banner102

Bir önceki yazımda Milli Eğitim sistemimizdeki temel çarpıklıklardan bahsetmiştim. Şimdi de öğrenci, öğretmen ve veli olarak yaşadığım tecrübelerden bahsetmek istiyorum.

Daha ilkokul birinci sınıftayım ve öğretmenimi de çok seviyorum. Henüz yeni yeni cümleler yazabiliyoruz. Elim yatkın olduğundan yazım da epey güzel ve hemen her gün öğretmenim örnek olsun diye defterimi sınıfta dolaştırıp arkadaşlarıma gösteriyor. Yine bir gün defterim sınıfta dolaşırken öğretmenim bir taraftan da ödevini yapmamışları tahtaya çıkarıyordu.  Arkadaşlarım, biraz sonra dayak yiyeceklerinin endişesi içerisindeyken, ben zevkten dört köşe bir edayla, onlara karşı elimi yanağıma sürerek, "Ooh şimdi tokat yiyeceksiniz!" imasıyla hareket çekiyorum, demeye kalmadan sevgili öğretmenimin okkalı sillesi çoktan küçücük yanağıma inmişti bile...

İlkokul üçüncü sınıf; evimiz taşındığı için başka bir okula naklolmuştum. Öğretmenim asabi mi asabi. Sevememiştim bir türlü. Sınıf oldukça kalabalıktı ve bana yer yoktu. Dördüncü kişi olarak bir sıraya oturtuldum, ancak çoğunlukla ayaktaydım… Neyse ödevimiz çarpım tablosu ve ben dersime çalışmışım. Sıkıysa çalışma! Ertesi gün sözlüdeyiz ve bilemeyenler dayaktan geçiyor. Sıra bende fakat korkudan bütün bildiklerim çoktan uçup gitmiş bile. Tabii akıbet malum. O köşeli sopanın dikey olarak küçücük ellerimde oluşturduğu acıyı bugün dahi yüreğimde hissediyorum...

İlkokul bitti. Okulu ve okumayı çok seviyordum. Ortaokula kaydım yapıldı. İlk defa İngilizce dersim olacaktı ve anlatıldığına göre zordu. Ancak ben daha ilkokuldayken kafama koymuştum İngilizceyi çok iyi öğrenmek istiyordum. Senenin daha ilk günleri. O dönem anarşinin, sokak kavgalarının, okulların sıkça boykot olduğu yıllar. Evimiz, yürüme yolu okula asgari yarım saatlik mesafede. Daha ilk hafta ve sanırım dördüncü gün yani Perşembe. Ben ise bir hevesle okula gidiyorum. O gün ilk defa İngilizce dersiyle tanışacağım. Yarı yolda sınıfımdan rastladığım bir arkadaşım, kendisinin o taraftan geldiğini, okul çevresinde karışıklıklar olduğunu ve kimsenin okula sokulmadığını söyledi. Boynu bükük geri döndüm. Fakat okul varmış ve o gün ders de işlenmiş. Ve ben ne yazık ki ilk İngilizce dersimi kaçırmıştım. Ne büyük tevafuktur ki İngilizceci, listeden soru sormak için ilk beni kaldırmış ve sınıfta olmayınca da numaramı not etmiş. Ertesi gün okula gittim ve o gün yine İngilizce dersi vardır. Numaramı not etmiş ya öğretmen, tahtaya bir kaç kelime yazdıktan sonra ilk beni kaldırdı ve yazdıklarını okumamı istedi. Ömrümde ilk defa İngilizceyle muhatap oluyorum. Tabi hiç bir şey bilmediğim için Türkçe mantıkla, yani yazıldığı gibi okuyorum. Ee hoca hanımın dünden kalma kızgınlığını meğer içinde kalmış. Çıkardı tahtaya ve onca arkadaşımın önünde öyle bir şamar indirdi ki suratıma sormayın gitsin... Tabii ben de İngilizce öğrenimimi başladığım gibi tamamlamış oluyordum...

Bunlar küçük birer anekdot. Eminim her birimizin benzer anekdotları vardır. Bu bir eğitim sistemi değildir, olamaz da. Ancak burası Türkiye ve ne yazık ki var. Var ve yine ne yazık ki bugün dahi hala var...

 Aradan takriben otuz yıl geçmiş ve ben ilkokulu (5. sınıfı) bitirecek olan çocuğumun son veli toplantısındayım. Sınıfta 30 kadar veli varız. Öğretmenimiz ise bir bayan ve toplantıya da bir hayli gecikti. Nihayet teşrif etti ve sınıfa adımını atar atmaz da ilk sözü ne olsa beğenirsiniz? ... "Ay çok yaramazlar." kimden bahsediyor sanırsınız? … Tabii ki 5 yıldan beri eğitim verdiği öğrencilerden. Yani çocuklarımızdan. Düşünebiliyor musunuz beş sene önce bütün yönlendirilmelere açık, taptaze bir zihni, “al, eti senin, kemiği benim” dercesine teslim ettiğimiz öğretmenimizden ‘çok yaramaz’ olarak geri alıyoruz! Ne hazin değil mi? …

Belki her birimizin eğitim hayatımızla ilgili yüzlerce benzeri anıları vardır. Bir tane daha anlatıp bu yazımı da tamamlamak istiyorum. Bu da yine bir veli toplantısı anısı. İmamhatip lisesinde geçiyor. Birinci (9.) sınıf öğrenci velileri hep birlikte bir salonda toplanmış. Hatip yine bir hanımefendi. Aklımda kaldığı kadarıyla felsefe ya da psikoloji öğretmeni. Bir saate yakın verdiği semineri şu cümleler özetliyordu. Çocukları kastederek: “Bunların şimdi kapıyı çarpıp, çıkma dönemleri. Onlara daha da hassas davranmak gerekiyor…” diyordu.

Evet, çocuklarımıza her dönem hassas davranmalıyız. Ancak, onları asla ve asla ana-babaya karşı kapıyı çarpıp çıkma psikolojisiyle yetiştiremeyiz. Böyle bir psikolojinin aile kültürümüzde geçmişten beri olacağını hiç mi hiç düşünmüyorum. Kaldı ki Yüce Allah, ana-babanıza ‘öf bile demeyin’ diyor. Bu olsa olsa Batı kültürüdür ve bizim kültürümüze asla ve asla uymaz. Batılı gammaz yazarlardan edindiğiniz bilgileri bizim çocuklarımızın zihinlerine aşılama hakkınız olmamalı. Hele ki İslami eğitim verilen imam hatip okullarında… Ve tabii diğer eğitim yuvalarımızda.

Bir sonraki yazımızda yine eğitim ve öğretmenlik anılarımdan bahsetmek istiyorum.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner90