Tunus’ta başlayıp Mısır’da devam eden halk ayaklanmaları tüm dünyada olduğu gibi memleketimizde de gündemin başköşesini işgal etmeye devam ediyor. Tabii ki her ülkede vuku bulan halk hareketlerinin o ülkelerin dinamikleri göz önüne alınarak irdelenmesi gerekir. O ülkelerin içinde bulunduğu dini, ictimai, mali ve siyasi şartları bilmeden her ülkede yaşanan hadiseleri tek bir senaryoya indirgeyerek okumak herhalde pek de sağlıklı bir değerlendirme tarzı olmasa gerek. Bu sebeble biz bu ülkelerde yaşananları tahlil etmek yerine bu kardeşlerimize bizim ülkemizle alakalı önemli bir ikazda bulunmayı tercih edeceğiz.
Bu olaylar hakkındaki ilginç değerlendirmelerden biri de bu ayaklanmaların Türkiye etkisi ile meydana geldiği yönündeydi. Buna göre bu kardeş ülkelerde yaşayan insanlar bizim ülkemizdeki demokratik düzene imrenmek ne kelime hayranlık duymaktaymışlar da hayallerini süsleyen bu rejime erişebilmek için nicedir mücadele vermekteymişler. Başta da dediğimiz gibi bu ülkelerde yaşayan kardeşlerimizin hayalleri ne mecralardadır onu kestirecek durumda değiliz; dolayısı ile biz yine bizim ülkemiz ne derece demokratik bir rejime sahip ve halk ne derecede egemen bu konuyu aydınlatmak sureti ile bir nebze olsun bu kardeşlerimize yol göstermek derdindeyiz.
Üncelikle çok yaygın kullanılan bir kavram olan diktatörlük mefhumundan başlayalım. Hani eskilerin istibdat dedikleri baskı ve dolayısı ile zulüm düzenini ifade eden bir tabir. şimdilerde bu tabiri hepimiz üç aşağı beş yukarı biliyoruz ama herhalde bir noktada yanlış önkabullerimiz söz konusu. Kısaca ifade etmeye çalışırsak, diktatörlüğün siyasi rejimin türü ile bir bağının olmadığını söyleyebiliriz. Bir diğer ifade ile, bir monarşi yahut da krallık rejiminde diktatörlük olmayabileceği gibi, aynı şekilde sureta demokratik bir rejim de pekala diktatörlüğe sahne olabilir, ki zaten bunun canlı misallerinden birini temaşa eyleyebilecek bir coğrafyada ikamet etmekteyiz.
Tabii ki bir monarşinin cumhurun egemenliğinde olması tarih içinde pek de sık rastlanan bir durum değildir, fakat teorik bazda düşündüğümüzde halkın içinden çıkan ve halkın hissiyatına tercüman olan bir kralın varlığı bunu mümkün kılmaktadır. İslam tarihinin erken devirlerinde olsun, Osmanlı döneminde olsun bu durumun sayısız misallerine şahit olmuş bir medeniyete mensub olduğumuz herhalde itiraza mahal bırakmayacak denli kuvvetli bir hakikattir.
Madalyonun diğer tarafına yani sureta demokratik dikta rejimlerine gelirsek 20. Asırda ve bilhassa monarşiden demokrasiye geçiş safhasında sıklıkla karşılaştığımız rejim tarzı bunlardır. Zira monarşinin hüküm sürdüğü uzun asırlar boyunca teşekkül etmiş olan bürokrat ve aristokrat sınıfı eski düzende elinde tuttuğu mali ve siyasi imkanları yeni düzende de elinden kaçırmamak için elinden gelen tedbiri ardına koymayacaktır. Bunun misalini monarşinden demokrasiye geçildiği hemen her tarih sayfasında görmek mümkün olduğu gibi, dileyen günümüzde yaşanan misalleri takip ederek bu inceleme faaliyetini daha da ilginç bir hale getirebilir.
İşte bu sureta demokratik dikta rejimlerinde monarşi rejimi boyunca yapılan baskı ve zulümlerle patlama noktasına gelen halka bazı tavizler verilerek kaba tabirle gazı alınır, ki bu da işte demokratik rejimlerin alameti farikası olan seçme hadisesidir. Güya demokratik düzene geçen halklar artık başlarına istedikleri adamı geçirmekte, beğenmediklerini indirip yerine beğendiklerini getirmektedirler. Son derece demokratik olan vitrini geçip de dükkanın içine girdiğinizde monarşiden demokrasiye geçişin sadece vitrin seviyesinde kaldığını ve maalesef henüz dükkanın esas işleyişini yürüten hiçbir çarka sirayet edemediğini görmeniz zor olmaz. Bu rejimlerde halka verilen sadece kendilerini ezen çarkları kimin çevireceğini seçme hürriyetinden ibarettir, yoksa bunun ötesinde çarkların işleyişini değiştirme gibi bir hakları katiyen yoktur.
Söz gelimi bu tip ülkelerde serbest seçimler son derece demokratik usullerle ifa edilmesine karşın halkın istediği gibi yaşamasına aynı şekilde imkan tanınmaz. En basitinden vatandaşın istediği gibi giyinme hakkının dahi olmadığı bir rejimde serbest seçimlerin ne manası kalır bunu düşünmek kafidir. (şimdi burada bazıları kronik şark kurnazlığı ile kamusal alan gibisinden aslı astarı olmayan tabirlere sığınırlar da bir an olsun şu kamu dediklerinin halk olduğunu akıllarına getirmezler!)
Bir rejimin diktatörlük olup olmadığını anlamanın en kestirme yollarından biri de eğitim sistemine bakmaktır. Eğer bir rejim istisnasız bütün vatandaşlarını tek bir tornadan geçirmek temayülünde ise esaslı bir diktatörlükte olduğunuzdan şüpheniz olmasın. Hele bir de bu eğitim milliyet ile alakası kalmamış ideolojik motiflerle örülü ise o zaman şüpheyi bırakın gölgesine bile mahal kalmaz. Bazen de böyle rejimler işi garantiye almak için belli bir yaştan önce çocukların okul dışında eğitim almalarına da sınırlamalar getirebilir. Bakınız burada toptan bir yasaklama söz konusu değildir, nisbeten insaflıdır rejim, sadece sınırlar. O rejimlerde çocuklar yürümeye başladıkları anda bir bale kursuna gidebilirler, ancak kutsal metinlerini okumayı öğrenebilmek için uzunca bir müddet beklemeleri gerekecektir, herhalde bu da bu rejimlerin dini öğretime atfettikleri ehemmiyet ve ciddiyetle alakalı olsa gerektir.
Balyozu kimin tuttuğunun hiç de mühim olmadığını gösteren en güzel misal de yine eğitim camiasından verilebilir. Mesela sözde dine mesafeli bir demokratik iktidar kesintisiz adını verdikleri eğitim süresini ileri doğru uzatarak dini eğitimi baltalayabilir. Buna mukabil halkın içinden iktidara seçilen bir diğer demokratik iktidar bu kesintisiz eğitimi daha da erkene çekerek dini eğitime berikinden çok daha tesirli bir darbe indirebilir. Ama değil mi ki bu balyozu o iktidarın eline o halk vermiştir, artık darbe ne kadar tesirli de olsa gam yemez.
Demek ki bir halk için başlarına inen balyozu tutan kişiyi seçme haklarının olması yani sureta demokratik bir rejim olmaları diktatörlükten kurtulmaları için kafi olmuyormuş. Buna da bir misal vermek gerekirse mesela şimdi Mısır’ın bürokrat ve aristokrat sınıfı başkan yardımcısı Süleyman’ı demokratik düzenin başına geçirmek için harıl harıl çalışıyorlar. Başta bu ülkelerin iç dinamiklerini pek bilmediğimizi itiraf ettik ama artık onlarca yıldır monarşik düzenin başvezirliği yürüten adamdan bir demokrasi havarisi ortaya çıkarmaya kalkarsanız bunun alasının bizim İsmet Paşa gibi olacağını da kestiremeyecek kadar yabancı değiliz.
Elbette bu yazdıklarımız Tunus ve Mısır’da yaşanan hadiselerin ehemmiyetini azaltmak kabilinden değildir. Hiç şüphesiz bir diktatörün devrilmesi bir inkılap, o halkın tarihinde bir milattır. Bizim bu kardeşlerimize nasihatimiz ülkeleri babalarının çiftliği gibi sömürecek denli sahiplenen bu diktatörleri kaçıracak kadar kuvvetli bu iradelerini kaybetmemeleri içindir. Zira bu sadece balyozu tutacak kimseyi seçmekle iktifa eder ve bu iradeyi kaybederseniz artık bir süre sonra hakikaten de demokratik bir ülke olduğunuz zehabına kapılabilirsiniz. Hatta demokratik bir ülke olduğunuza o kadar inanırsınız ki kalkıp kendinizi başka ülkelere numune olarak göstermekte hiçbir beis bulamayabilirsiniz. İşte bu sebebledir ki Arap kardeşlerimize haddimiz olmayarak şu ikazda bulunuyoruz: Sakın ha kılavuzunuz karga olmasın, yoksa kafanız balyozdan kurtulmaz!!!