banner102

İslam dünyasının içinde bulunduğu açmazın elbette pek çok sebepleri vardır. Siyasetçilerin yanlış kararları, Reformcu ilahiyatçıların ortaya attıkları bazı yanlış fikirler, radikal grupların İslam’a verdiği zararlar, mezhep taassubu ile hareket eden devlet ve halklar ve daha pek çok illetle boğuşmaktayız. İslam'ı anlama ve yaşama noktasında ilahiyatçıların kendi aralarında bir uzlaşı içinde olmadıklarını da biliyoruz. Diğer taraftan "ehlisünnet" Müslümanlığı iddiasında ve gelenekçi olduklarını söyleyen ulema topluluğu ise geçmiş müçtehitlerin halledemediği Şiiliği hedef tahtasına oturtmuş, başka bir derdi yok gibi.

Türkiye gibi Müslüman bir ülkede, hükümetlerin devletlerarası ilişkilerini nasıl düzenlemeleri gerektiği konusunda, sözünü ettiğimiz "ehlisünnet" ulema ne der. Müslüman bir devlet/halk kafir birliğine dahil olabilir mi. ? Buna bir cevapları yok mudur.?

İkinci olarak: Yabancı sermayenin İslam topraklarında semirip, ekonomiyi kontrol altına alarak Müslümanları vahşice sömürmelerinin bir fetvası var mıdır.?

Üçüncü olarak: İslam topraklarında yabancı (kafir) askerlerin davet edilmesi veya konuşlandırılmasının hükmü nedir.?

Dördüncü olarak: İslam düşmanlığının tavan yaptığı dünyada “Medeniyetler ittifakı”, projesinin ana fikriyatının ; “Batı ve İslam dünyası arasındaki gerilimin dini değil politik olduğu tezine “inanıyor musunuz? ? Buna cevabınız yok mu.? Bu önemli kararların hiçbir tanesi de Anayasanın amir hükümlerine istinaden hayata geçirilmemiştir.

Bu soruları çoğaltmak mümkün. Benim düşünceme göre bu dört sorunun cevabı doğru verilip uygulandığı takdirde, Türkiye tarihine yakışır bir iş yapmış olur. İslam alemi için kurtuluşun kapısı da aralamış olur. Bu yolun çetin olduğunu ve bu soruların cevaplanması durumunda alınacak riskleri tahmin etmek zor değil. Ancak yıllardan beri İslam topraklarında yürütülen düşük yoğunluklu ve adı konmamış savaşlardan daha kötü bir sonuçla karşılaşmayacağımızı düşünüyorum. Güç dengeleri kurulmadan savaşların ardı kesilmeyecektir. Bu dengeler mutlaka eşit olmak zorunda da değildir. İslam ülkeleri her ne pahasına olursa olsun ayrı bir ümmet ve devlet olduklarını, değişmez ve önemli kırmızı çizgileri olduğunu icraatları ile ortaya koymak zorundalar. Dünyadaki "hak ve batıl" güçler dengesinde; Şayet ibre Hak'tan yana ağırlık kazanıyorsa o zaman dünyada adalet ve huzur istisnasız bütün insanlığa gelecek demektir. Ama her halükarda bu denge “mekanizma” olarak, yani sistem olarak kurulmak zorundadır.

Gözden kaçırmamamız gereken en önemli nokta, Hak ve batılın sınırları mutlaktır ve değişmez. Bu konuda en anlaşılır ölçü, sahip olduğun şeyi belirleyen "sınırlardır". Sınırları belli olmayan “tarla” orta malıdır, “mera”dır. Herkes orada hak iddia eder ve faydalanır. Bu nedenle İslam toprakları yağmalanmakta, insanları öldürülmekte, ırzları ve namusları ayaklar altına alınarak zillete mahkûm edilmektedir. Bu durumun baş sorumluları ise: hayati konuları görmezden gelerek, tali konuları öne alanlardır.  Selam hidayete erenlerin üzerine olsun.



Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner90