Vefatı öylesine ilginç bir tarihe rastlamıştıki… 1997 Yılında Türkiye’nin en iyi hükümetinin başındayken bir 28 şubat günü gelen o menfur darbenin yıldönümünden hemen bir gün öncesiydi. Hastanede, hasta yatağında Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya diye canla başla cihad eden kadrolarına öncülük etmeden geri durmuyordu. Ülkenin yıllardır kanını emen, vatan evlatlarının alın terini sömüren, ülkeyi borca, işsizliğe ve sefalete mahkum eden güç odaklarına karşı “ne yapılabilir?” sorusuna çözümler hazırlamaya devam ediyordu.
Bir Müslüman, bir cihad eri, bir dava insanı nasıl yaşayıp nasıl ölmeli sorusunun heykelleşmiş cevabı olmuştu mücahid Erbakan!
Ve saat geldi…
Rahmet-i Rahman’a kavuşmanın vaktiydi bu. 83 Yıllık bir ömrün, 41 yıllık mücadele ile dolu bir nöbetin son demleriydi artık…
Kimbilir belki de “ey mutmain olmuş nefs, Rabbin senden razı, sen Rabbinden razı gel” müjdesiyle daha bu dünyada alıyordu en büyük müjdeyi…
Arkasında 41 yıl boyunca ilmek ilmek ördüğü büyük bir dava ordusu Yeniden Büyük Türkiye’yi ve Yeni Bir Dünya’yı kuracak olan saf, çelikleşmiş kadrolar görevdeyken her biri kendi teşkilatlarında görev aldıkları yerlerde görev başındayken ve kendisi de onların başındayken Rabbine kavuşmuştu.
Erbakan bir başkaldırının adı idi…
Dünyayı biz yönetiriz, geriye kalan herkes bizim kölemizdir diyen, adi, aşağılık, küstah ve sonu gayya çukuru olan Siyonist cinayet şebekesine karşı “durun bakalım!” diyen mücahitti O…
“Kurduğunuz dünya zulümle dolu o halde değişmek zorunda” diyecek kadar kararlı, zalimler mazlumları ezmeye uğraştığında “bana ne Amerikadan!” diyecek kadar sert ve net, ülkesindeki biçareler her defasında kendisini yanlış anlayıp destek vermese de milletine karşı derinden şefkatli idi…
41 Yıllık mücadelesi boyunca en yakınındakiler, “Erbakan bile gitse biz bu davadan çarkmeyiz” deyip kendilerini bu davada Erbakan’dan önde görenler bile onu sırtından vurmasına rağmen onlara bile müşfikti. Siyonist planlara alet olmalarına rağmen onları hiçbir zaman bırakmadı. Onlar, O’na sırt çevirse bile, O onlara nasihat etmekten, onları uyarmaktan geri durmadı.
Ateşten bir gömlekti giydiği, sırattan geçmekti geçtiği… Ama o asla şikayet etmedi. Bu yolun yolcusu olmak zaten şikayet etmek gibi basit gerekçelerle geçiştirilemeyecek kadar büyüktü. Kolay mıydı öldükten sonra “malı ve canı ile cihad eden bir nefer olmak!” O da zoru seçti. Zor olanı seçti ve kolaycılığın makus rantlarını elinin tersi ile itti.
Erbakan olmak yeri geldi Fatih olmak demekti. Bu milletin sırtına geçirilen “senin sınırın buraya kadar!” prangasını kırıp atmak, nice nice “kızıl elmaların” peşi sıra önüne hedefler koymak demekti. Fethetmeden fethin bedelini son zerresine kadar ödemek demekti.
Erbakan olmak Yavuz olmak da demekti… Devlet-i aliye ve millet-i aliye için ve öncesinde tüm ümmet için zalime zerre müsamaha göstermemek Hakkın sesini gür bir şekilde haykırmak demekti.
Ve Erbakan olmak hanlar hanı Ulu Hakan ve Cennetmekan Abdülhamid Han olmak demekti… Sırtlanlar dört bir yandan devlet-i aliyenin ve milletin namusuna el uzatmak için tetikte beklerken bir saltanat boyunca pür dikkat kıyamda beklemek demekti. Siyonizm sözde “vaat edilmiş topraklarını” hayasızca isterken suratına inmiş Osmanlı tokadı demekti.
Ey büyük mücahid…
Seni Hakka uğurladık. Üzerinden iki yıl geçti. Ama değil iki yıl, iki bin yıl dahi bu yolda yürüsek Allah’ın izniyle asla bu yoldan şaşmayacağız!
Sayımız değil yüzde 1,5, milyarda 1,5 dahi bile olsa karamsarlığa düşmeyeceğiz!
Aldığımız nefesler tükenene kadar, yürüdüğümüz yollar son bulana kadar, karanlık gecenin en karanlık saatleri bitene kadar bu yoldan dönmeyeceğiz!
Ey büyük mücahid…
Dünyayı sömüren küresel güçlere karşı nasıl dimdik ayakta durduysan, biz de onlara karşı senden öğrendiğimiz gibi dimdik ayakta durmaya devam edeceğiz.
ERBAKAN 1993 YILINDA İSRAİLLE ANLAŞMALARI VARDI HATTA ESKİ MİLLİ GÖRÜŞ BİR KİŞİ BUNU KİTAP YAPTI